…Elmalı Sokağında annesiyle beraber oturduğunu daha önceki bir konuşmamızda öğrendiğim Doktor Selim bu gün biraz da neşeli olarak ‘’ Günaydın Selim yüzbaşım !’’ dedi. ’’Günaydın ‘’ dedim. Genellikle bu saatlerde sinirli oluyordum. Ama bu doktor , adaşım Selim güven veriyordu bana. Bir ruh doktorundan daha çok mahalleden bir arkadaş, ya da ne bileyim hani sınıflarda aklı başında ama çok da okul düşkünü olmayan çocuklar vardır, onlar gibiydi. Yalın, tepkisiz, dinleyen, yorum yapmayan –şimdi çok şaşırıyorum geriye dönüp düşündüğümde; Doktor Selim, onca uzun konuşmalarımıza rağmen hiç yorum yapmamıştı
bana-.
‘’Ooo, Necatigil ha !’’ dedi elimdeki kitaba bakarak. “ Evet” dedim , “ Necatigil !”. ‘’Bir de ben okumak isterdim’’ dedi. Tamam dedim, ‘’Veririm bitirdiğimde !’’.
‘’Ben okumak istemem şahsen !’’ dedi bir ses. Dönüp baktım, Mustafa. Dünden bu yana tanışıyorduk ve daha henüz nasıl bir tavır almam gerektiğini kestirememiştim ona karşı. Buranın en neşelisi oydu diyebilirim. Herkese söyleyecek bir lafı oluyordu. Herkesi eğlendiriyordu, kendince. Bana ilk takılmasında terslediğimden olsa gerek daha mesafeliydi ama yakınlaşmak istediğini hissediyordum.
Ben de ‘’Neden okumak istemezsin ki?’’ dedim, biraz da iş olsun diye…
‘’ Çünkü beni ağlatır da ondan’’ dedi. ‘’ Bu sadelik, bu olağan hayatçılık, bu iddiasız bilgelik’’ dedi, teatral bir şekilde ve sanki uzaklara bakıyormuş gibi yaparak… Sonra da bana döndü ve ‘’ Ekselansları’’ dedi yarım bir reverans yaparak. O anda bu çocuğa asla kızamayacağımı anladım. Ben de parmağımı şıklattım ve ‘’ Nöbetçiler !’’ diye bağırdım hayali birilerine. “Atın bu köpeği dışarı’’ . Ve karşılıklı gülüştük ve o andan sonra hep şiir konuştuk. Kendisi de hemen
dolabından bir kaç şiir kitabı getirdi. Biri Nevzat Çelik ‘ in kitabıydı. Oradan annelerle ilgili bir şiir okudu. Sonra da bir defter çıkardı. ‘’Bunlar da benim yazdıklarım’’ dedi.
Duygu yüklü şiirlerdi. Şiir ve edebiyat hakkında konuşmalarımızda popüler edebiyata karşı saldırgan bir tavır takınmasına karşı bana payeler verdiğini görüyordum. Doğrusu benim de hoşuma gidiyordu. O bana yaşadığı mahalleleri , varoşları , umutlarını ve aşkını anlattı. Aşıktı ve aşkını bu derecede yücelten birine rastlamamıştım doğrusu. Ben de ona bir tarihte rütbece benden yüksek olan ve benim de sicil olarak bağlı olduğum birinin kalabalık bir masada, ‘’ Yani
şiir de ne demek oluyor ki Selim Yüzbaşı !’’ dediğini ve bunu derken de güya kurnazca yanındaki arkadaşına göz kırptığını ve aynı anda da bir demet maydanozu eliyle şöyle bir kavrayıp ağzına attığını gördüğümü ve ‘’ Şiire bir tanım yapmak gerekirse en azından şöyle diyebiliriz; şiir maydanoz değildir’’ dediğimi, bunun üzerinde masada bir sessizlik ve soğukluk olduğunu, ama benim çok eğlendiğimi, bu sözü ta 79 lu yıllarda Varlık Dergisinin bir sayısında okuduğumu ve burada kullandığımı anlattım. İlerde vaktim olursa ‘’Alçakları Altetme Kılavuzu (AAK) diye bir kılavuz hazırlayacağımı da söyledim.
O bana mahallelerindeki 79 kuşağı abilerinin kırık, tutunamayan, kederli hallerini anlattı mutfaktan çalıp getirdiği ve ekmek arası yaptığımız iki dev kaşar parçasını yutarken , ben de ona ‘’Cesaret ne demek Mustafa, biliyor musun !’’ dedim. Doktor odasının anahtarını aşırmıştı Mustafa hademenin cebinden, orada çay demliyorduk ve ben tam o anda Doktor Selim’ in masasında oturuyor ve sigaramı kağıttan bir tablaya silkeliyordum. ‘’Güçlü olduğun için değil, haklı olduğun için savaşabilmektir’’ Ona bir gece bir dağın eteklerinde yaktığımız ateşin başında ve alevler kah yüzüne vururken, kah gözleriyle karanlıklara endişeyle bakarak aşkı için nasıl dağlara çıktığını ve bir aşkı – aslında çok daha fazlasıydı, bir ömürdü bana göre- nasıl tükettiğini ve sevdiğinin peşinde ne acılar çektiğinin öyküsünü, dudağının kenarında kırık bir gülümsemeyle anlatan Kod Adı Aysel’i anlattım. Ve gözyaşları yanaklarından süzülürken ve alevlerde parlarken, utanmasın ve görmesin diye kendi gözyaşlarımı, dönüp uzaklarda bir hayal gibi duran Faraşin Yaylalarını, geceye rağmen uzak ama mutlak olduğunu bildiğim ufku seyrettiğimi anlattım.
Benden fotoğrafını alarak yanına bir şiir yazıp kartpostal yaptığın sekiz yaşlarındaki güzel Kürt kızının öyküsünü de anlatsaydım keşke sana Mustafa. ‘’O laldir komutan, ahrazdır, konuşamaz’’ dedikleri kömür gözlü kızla aşkımızı da anlatsaydım keşke…
Yaşasaydın sana şunu söylemek isterdim şair arkadaşım Mustafa. ‘’Cesaret; seni onaylamamak ama sevmek şiiri sevdiğin için’’ demek isterdim. Sevdiğine hiçbir zaman kavuşamamış , içindeki insan sevgisini hangi baronların nefrete dönüştürdüğünü halen anlayamadığım Mustafa…